yaz tatilinde İstanbul dışına çıkınca koyun, sığır sürüleri gördüm. bir garip oldu içim ardahan\a, hayvancılık, çiftçilik yaptığımız günlere, tarlaya, tapana, saklayıp büyüttüğümüz, hayvanlara, ineklerimize, danalara, kazlara velhasıl hatıralara takıldı aklım. bir ağacın koca gövdesine sırtımı dayayıp uzaklara bundan 30–35 yıl öncesine dalıp gittim. İneklerin buzağılamasının yaklaşmasıyla ailece heyecanımız artardı. Özellikle anneme bir telaş gelir, sık, sık ahıra gider gebe ineklerin karnını yoklar, sırtlarını sıvazlar, önlerine sıcak yallarını koyar, insanmış gibi onlarla konuşurdu. bize de ‘‘ iyice indirmiş, yakındır akşama, sabaha buzağılar\\\ derdi. doğum sonrası yavru buzağıyı temizler, anasının yalayarak kuruttuğu yavrunun ilk defa emmesine yardımcı olur, doğum yapan hayvanın eşinin dananın içinde büyüdüğü plasenta düşmesini bekler, toprağa gömerdi. buzağılayan hayvana oğlu, kızı gibi bakar, sıcak yalını, kepeğini önünden eksik etmezdi. buzağının ağız sütüne bizde ortak olurduk. annem yağlı ve besleyici olan bu ilk sütün birazını sağar bu sütü una katarak hamur yoğururdu. bu sütten yapılan gevreğin lezzeti bir başka olurdu. annem her danaya bir isim koyardı, annemin kokusunu alan inekler, danalar onun peşinden ayrılmaz, onun sözünü dinler, onun yanında bir başka olurlardı. eğer doğan yavru dişi olursa ceylan, nazlı, karakız, ismi konurdu. annemin isim sınırlaması yoktu. yalnız erkek buzağılara pek isim koymazdı, onlara kısaca ‘dana\ derdik. annem hayvanları kızı ya da oğlu gibi, ailenin bir ferdi gibi severdi ahırın bir kenarı tahtalarla bölünürdü. buraya danalık adı verilir, danaların annelerini sürekli emmeleri engellenirdi. annem inekleri tam sağmaz, yavrusuna yetecek kadar süt bırakırdı. bizde ara sıra bu danalıklara girer yeni doğmuş buzağıları sever, onlarla konuşur, boğazlarına sarılıp güreşir gibi yapardık. mahalleden arkadaşlarımızı çağırır onlara yeni buzağıları gururla gösterirdik. eğer bir ineğin yavrusu çok küçükken ölürse derisini yüzüp, içine ot doldururlardı. cansız, içi doldurulmuş bu deri parçasını yalayan inek, analık içgüdüsü ile süt vermeye devam ederdi. yaladığı ot doldurulmuş deri parçasına koklayıp çaresiz gözyaşı dökerlerdi. baharın ilk günlerinde harman yerine salardık danaları, zapt etmek imkânsız olurdu. hele birde hava sıcaksa delirmişçesine sağa, sola kaçarlardı. bunun adına ‘‘tezmek\\\ denirdi. yoruluncaya kadar sağa sola koşar, sonra otlamaya, harman yerine alışırlardı. Çoban akşamları sürüyü mahallenin girişinde bırakırdı. herkesin danası, ineği evini bilir, kimse aramadan sormadan eve gelirdi. bizim ineklerimizden eve gelmeyen ya da geç kalan olduğu zaman evin toprak damına çıkar bağırırdık. nazlıııııı, ceylannnnn diye. eğer sesimizi duyacak kadar yakınlardaysa oda oradan bağırırdı… mööööö diye. eğer ineğimiz sürünün içindeyse yine onun adıyla bağırıp, ona seslendiğimizde bütün hayvanlar susarken o başını kaldırıp bize seslenirdi. hatta neye kızdığımızı, neyi sevdiğimizi kendi ölçüleri içinde bilirlerdi. aile bireylerini tanırlar, huylarını, kendilerine en yakının kim olduğunu deneyim-içgüdü sarmalıyla anlarlardı. İhtiyaçlarımızı karşılamak için birini satmaya götürdüğümüzde ailece ağlardık, hanemizden bir can, bir kaşık eksilmişçesine acı duyardık. ahırda bir yer boşaldığında gözümüz oraya takılırdı. eğer sattığımız hayvan yakınlardaysa akşamları sürü dağıldığında alışkanlıkla yine evimize gelirdi. yakın köylere satılan hayvanların bile kaçıp, eski sahiplerine, doğup, büyüdükleri evlere geldiklerini bilirim. her hayvanın bir kişiliği vardı. kimi uysal olurdu, kimi inatçı, kimi başını önüne eğer pas pal, pas pal dolaşırken kimide başını dik tutar kabadayılar gibi caka satardı. milletçe geçirdiğimiz uzun tarihsel sürecin, değerler birikiminin toplumun kolektif mirasının damıttığı yaşam kültüründe hayvanla bunca iç içeliğimize karşın onların yeri ahır, bizim yerimizde odalardı. sabahtan akşama kadar çiftte, çubukta, tarlada veya harman yerinde birlikteliğimize akşamları ara verirdik. ertesi gün tan yeri ağarmaya başlarken hayata kaldığımız yerden devam ederdik. bu asla bir ayrım, bir kastlaşma değil doğanın, doğal olanın, tarihin, yaşamın bize öğrettikleriydi. gurbete çıktıktan sonra her memlekete gittiğimde artık ocağı yanmayan, bacası tütmeyen hanemize uğradığımda ahırın kapısını açardım. ceylanın, nazlının, kara kız\ın bağlandıkları yerlere, zincirlere, ot, saman verdiğimiz tahta bagalara, boyunlarına taktığımız gırgal\lara, ahırın bir kenarına bölme olarak yapılan danalığ\a bakardım. henüz ineklerimizin, danalarımızın ter kokusu, tezek kokusunun silinmediği havasını hisseder, annemin süt sağarken ana şefkatiyle, ana sıcaklığıyla göğsünü okşayarak ‘‘ dur nazlı kızım, kara kızım, ceylanım deyişini duyar gibi olurdum. artık kapısında iti, ahırında atı, ineği, danası olmayan köylerimiz var. artık İnekler çiftliklerde besleniyor, sütleri makinelerle sağılıyor, suni yemlerle beslenen hayvanlar iki, üç yaşını doldurmadan makinelerle kesilip, el değmeden salam, sucuk yapılıyor. artık ineklere, onların buzağılarına isim konmuyor. kulaklarına takılan küpelerde numaraları var. dostlar; marketten aldığım sütten, peynirden tat alamıyorum, ben memleketimi, nazlıyı ceylanı, karakız ineklerimizi onların sütlerini, peynirlerini, onların her baharda doğurdukları danalarını, ineklerimizin barındığı ahırları, ot,saman koyduğumuz merekleri, toprak damlarımızın bacalarını özledim. biliyorum, bazılarınıza garip gelecek ama inanın samimiyetimle söylüyorum ‘‘ tezek kokusunu özledim